Cumartesi, Kasım 15

Gökyüzündeki Martılar...Babam Melek Oldu...

Bugün 10 Ağustos ve sevgili babamın doğum günü. Tesadüf ki bu haftasonunu geçirmek üzere buraya geliyorlar. Post'u yayınlamak için onların yola çıkmasını bekledim ki önceden görüp de süprizi kaçmasın. Daha önce hiç babama özel bir pasta yapmamıştım. Erkek pastası olunca ya kremalı yapmalıydım ya da daha az süslü. Daha önce kitabevlerinden birinde karıştırdığım bir pasta kitabında gözüme çarpmıştı bu pasta. Bilmem aynısı oldu mu ama aklımda kalan böyle bir şeydi işte... Sevgili babam yazlıklarının balkonunda aynen bu manzarayı seyrediyor hergün, gözünün alabildiğine bir deniz manzarası ve gökyüzünden suya pike yapan martılar... Beğeneceğinden çok emin olarak yaptım bu pastayı. O da manzara, bu da.. ;)

Canım babam, hasta olunca üzerimize titrer, bize hiç dayanamaz, bir dediğimizi iki etmez. Ben ve kardeşim babamın prensesleriyizdir, babam da bizim kralımız. Babacığım seni çok seviyorum, Allah sana uzun ömürler versin, annemin ve bizlerin yanından hiç ayırmasın..

İşte böyle yazmıştım O'na olan duygularımı. Artık kralım yok. Dün gökyüzüne uçuverdi. Yaz başından beri boğuştuğu kansere yenik düştü. Artık elim yazar mı bir daha... İçimden gelir mi.. Böyle mi düşünmüştüm Türkiye hasretimi dindirmek için yola çıkarken... Bugün bir daha çıkıyorum yola. Babamı toprağa vermek için. Allah'ımdan sadece sabır diliyorum. Bir de geride kalan sevdiklerim için sağlık... Benden haber beklerken böylesini beklemiyordunuz biliyorum. Acımı paylaşmak istedim hepsi bu.


Cuma, Haziran 13

Pastada "Ebru Sanatı" Denemeleri ve Veda...



Uzun bir aradan sonra tekrar sizlerle olmak çok güzel... Biliyorsunuz nedense üzerime çöken ve adını koyamadığım rehavetimin sonucu epey bir ara vermiştim yazılarıma. Son günlerde bu rehavetin adını kafamda yavaş yavaş şekillendiriyorum. Sanki beynimde bir odada, oda dolusu fikir ve yapılacak şey var ama hepsi de aynı anda çıkmaya çalıştıkları için kapıya sıkışıp beni de rahatsız ediyorlar. O nedenle hepsini teker teker yoluna koymaya karar verdim. Öncelikle belirsiz bir süre blogum ile ilgilenemeyeceğimi üzülerek haber vermek istiyorum. Yaklaşan Türkiye yolculuğumun ardından kısmetse tekrar buraya döndüğümde beni çok kalabalık günler bekliyor olacak. Bunlardan ilki ve en önemlisi Çin'de bir dil okuluna gitmek. Evde aldığım Çince dersleri ne yazık ki beni tatmin etmiyor. Beynim öğrenme açlığına doymuyor. Bu nedenle ikinci bir aktivitem de beni bekliyor olacak: Pasta Okulu. Burada örgün eğitim veren, sonucunda sertifika alabileceğim bir pasta okuluna başlayacağım. Ön görüşmemi yapıp okulumu çoktan gezip ayarladım bile. Yaptıkları inanılmaz teknikleri öğreneceğim için çok heyecanlıyım, Onlar da ilk defa yabancı bir öğrenciyi aralarında görecekleri için çok heyecanlılar.

Ardından oturduğum sitedeki arkadaşlarım benden kurs almak için bekliyor olacaklar. Yapabilirsem kurabiye ve pasta eğitimi vermek istiyorum, şimdiden gönüllüleri beynimi aşındırıyorlar bile.

Bir diğer hayalim Türkiye'ye dönünce bir yağlıboya sergisi açmak. Türkiye'deyken bu konuda eğitim almış ve kendi çapımda resim yapar olmuştum. Eğer vakit bulur ve başarabilirsem kendi gözümden buradaki doğa ve yaşamı resmetmeyi umuyorum.

İşte bu oda dolusu işler beni bekliyorken, bloguma nasıl devam edeceğim konusunda en ufak bir fikrim yok. Sadece bu ülkede geçirdiğim zamanı, en iyi verim alabileceğim şekilde doldurmaya çalışıyorum. Sizlerle olmak, sizlerin yorumlarında saklı o büyük desteği alabilmek, dostluğu hissedebilmek herşeye değerdi, belki de farkında bile olmadan benim buraya adapte olmamı sağlayan en önemli unsurlardan oldunuz. Bu desteği kaybetmeye hiç mi hiç niyetim yok, bu nedenle yine de arada kendimden haberler vermeye çalışacağım.

Bu konuların haricinde rutin yaşamım devam ediyor. Arkadaşlarla görüşüyoruz, birlikte biryerlere gidip gezip alışveriş yapıyoruz, kimi zaman da birbirimizin evlerinde toplanıyoruz. Geçtiğimiz hafta verilen bir kahvaltı davetine eli boş gitmek istemedim, o nedenle bir pasta hazırladım. Pastamı nasıl süsleyeceğim konusunda kararsız kaldım, çünkü burası dayanılmaz sıcak. Öyle ki pasta için hazırladığım ganaj, dolaptan çıkarır çıkarmaz yumuşayıveriyordu. Bu nedenle şeker hamuruyla kaplamaktan vazgeçip, en azından çok soğukta bekletip erimeden teslim edebilirim umuduyla krema kaplamaya karar verdim.

Buradaki arkadaş grubumuz çok uluslu olduğu ve kendi adıma Türkiye'yi ve kültürümüzü bir nevi temsil ettiğim için, pastamda küçük bir Türk sanatına örnek vermek istedim. Baştan olup olmayacağından hiç emin değildim, hayatımda Ebru Sanatı çalışmadım ya da çalışılırken de bizzat görmedim. Bu nedenle öncelikle küçük bir kasede erittiğim çikolata üzerinde denedim. Her ne kadar gerçeğinin güzelliğini yansıtmasının imkanı olmasa da, ucundan köşesinden fikir sahibi olsunlar diye, yine de deneyip göstermeye karar verdim.

Ebru Sanatının nasıl yapıldığını daha önce Tv programlarında izlemişsinizdir sizler de. Ustaları yaparken her ne kadar kolay görünüyorduysa da sadece ufacık bir aşamasında bile çok zorlandım. Geleneksel Ebru motiflerinden olan laleyi, yapmak üzere kendime model seçtim. Yapımı için ise bu siteden yararlandım.

Eğer siz de denemek isterseniz yapacağınız şey, beyaz çikolatayı eritmek ve dilediğiniz gıda boyası ile renklendirmek. Tabii çikolatanız soğuyup katılaşmadan motifleri hızlıca yapıp şekillendirmelisiniz de. Pastamı yine son zamanlarda sıkça kullandığım kakaolu pandispanya ve 400 gr. Krema ve 300 gr. bitter çikolatayı beraber eritip, soğutup çırptığım ganaj ile hazırladım. Ganajın yarısından biraz azını pastamın üzerini kaplamak üzere erittikten hemen sonra ayırdım. Pastamı hazırlayıp çırpılmış ganaj ile kapladım, üzerine oda sıcaklığında beklettiğim ganajı düzgünce döküp, üstünün heryerinin kaplanmasını sağladım.

Daha sonra renklendirdiğim beyaz çikolatalar ile ebru motiflerini hazırlayıp donmaları için buzdolabına kaldırdım. Son olarak pastamın kenarlarını rendelediğim bitter çikolata ile düzgünce kapladım.

Aşağıda pastanın yapım aşamalarına bir göz atabilirsiniz. (Pastayı götürüp masaya koyduğumda gerçekten de bu şekilleri nasıl yaptığımı sordular, bu sayede öz sanatlarımızdan birinden bahsetme fırsatını da bulabilmiş oldum.)







Umarım ayrılığın süresini fazla uzatmadan tekrar aranızda olabilirim...
Her şey gönlünüzce olsun.
Sevgilerimle,
Esra

Pazar, Mayıs 18

Çin/Lushan Bölüm 2 - Kaplıca ve yemek macerası...

Lushan gezimizin oldukça yorucu olan ilk bölümünden sonra yorgun argın otelimize geri döndük. Akşam yemeğimizi yedikten sonra, olan yorgunluğumuzu atmak üzere odalarımıza çekilmiştik ki, dışarıdan gelen gürültülerle bu pek mümkün olmadı. Nedir bu gürültü diye kafamızı pencereden uzatınca, otelin kaplıca havuzlarının pek çok Çinli ile dolup taştığını farkettik. Aslında çok şaşırdık, çünkü kaplıcalara gündüz giriliyor sanıyorduk. Vardır bunda bir hikmet deyip, oğlumuzu apar topar babaannesinin odasına yollayıp, soluğu aşağıda aldık.

Daha önce dediğim gibi Lushan, bir kaplıca bölgesi. Dağların hemen eteklerinden başlayan pek çok otel veya halka açık yüzme havuzları var. Çevre kentlerden buraya günü-birlik ya da kalmalı olarak pek çok insan geliyor. Bu nedenden dolayı da adım başı mayo satan dükkanlar bulunuyor. Yeri gelmişken Çin mayo modasından bahsedeyim. Buraya ilk geldiğimde her şeyin pek ucuz olmasından yola çıkarak yaz aylarını ve görücüye çıkacak 2008 yaz yüzme kıyafetleri modasını iple çekmiştim. Fakat Nisan ayıyla beraber standlarda yer almaya başlayan her bir mayo çeşidiyle tüm hayallerim uçup gitti. Nedense Çinli kadınların zavallı güneşle bir sorunları var. Bronzlaşmaktan adeta ölesiye nefret ediyorlar. Bu nedenle de mayoları ve bikinileri oldukça kapalı. Ama nasıl kapalı, sanki gecelik gibi uzun etekli mayolar ya da atlet-şort gibi bikiniler, bazıları da sanki güreşçi kıyafeti gibi dize kadar uzun. Sanmayın ki utangaçlıklarından mayo modaları böyle.

Geldiğimden beri özellikle de yaz geldiğinden beri, içlerindeki çamaşırların dikişlerine kadar görünecek incelikte kıyafetler giyenleri yüzlerce kez gördüm. Bazı giydikleri şortlar, iç çamaşırlarını utandırır kısalıkta. Çinliler'in sorunu tamamen yaramaz güneşle. Peki bu kapalı mayoları giydikten sonra içleri rahat mı sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Her bir mayocunun yanında yöresinde, yarı çapı en az otuz santimlik pasta çemberi gibi kocaman şapkalar satan şapkacılar var. Eğer güneş kremi istiyorsanız en az 30 faktörlüsünü bulursanız, öpüp başınıza koymalısınız. Şimdi bitti mi? Hayır. Bir de üstüne üstlük havuzlara akşam olmadan girmiyorlar. Tabii en emin yol, güneş battıktan sonra girmek. Hal böyle olunca da bize de riayet etmesi kaldı. Fakat kaplıcaya girmem bir dert, çıkmam ayrı dert oldu.

Otelin uygulamasına göre, havuzları kullanmak için ayrı bir binaya gidilip oradaki soyunma odalarına gidilmeli. Orada size havlu vs. veriyorlar, siz de mayonuzu giyiyorsunuz. Giderken hazırlıklı olduğum için sadece eşyalarımı, verilen dolaba koydum o kadar. Çinli dostlarımızın meraklı bakışları altındaki kaynar su sefamızı geç saatlerde(23:00), havuzun kapanmasıyla birlikte tamamladıktan sonra bu giyinme odalarına geri döndük. Döndük de, ben bir türlü ne yapacağımı bilemedim. Neden mi? Mayolar ıslak, üst değişmek lazım. Fakat duş alınan kısım hariç hiç bir soyunma kabininde kapı yok? Bir sağa gidiyorum bir sola gidiyorum, duşların hepsi de dolu mu? İçerisi de epey kalabalık. Peki dedim kendi kendime, bu kadıncağızlar nasıl giyiniyorlar? Dememle yanımdakinin mayosunu atıvermesi bir oldu. Bir de arkamı döndüm ki, herkes olanca rahatlığıyla giyiniyor. Hemen bakışlarımı aşağı eğip, pılımı pırtımı ıslak üzerime geçirip çıkıverdim oradan. Yok yok, ben alışamam. Benim mahretiyetim olmalı.

Bu konuda pek çok gözlemim oldu, yani Çinli kadınların rahatlığı ile ilgili. Ama bu kadar rahatlığa rağmen en ufak taciz vs. yok bu ülkede. Herkes birbirini sadece insan olarak görüyor, kadın-erkek olarak değil. Bu konudaki gözlem ve yorumum çok uzun, belki başka bir zaman paylaşırım.

Yazım çok uzadı yine, sizleri sıkmak istemem ama ertesi gün olanları da anlatmadan geçemeyeceğim. Ertesi gün Lushan Milli Parkı'na gitmek üzere sabah erkenden yola koyulduk. istikametimizin yine yüzlerce metre yukarıda bir dağın başında olacağını biliyordum ama, yolun hayatımda görüp göreceğim en kötü yol olacağını bilmiyordum. 1 metre bile düz devam etmeyen, sadece ardı arkasına yüzlerce virajdan, her bir virajın ardından burun buruna arabalarla karşılaşıldığı korkunç bir yoldu. Doğal güzelliğine denilecek söz yoktu ama malesef sadece dua edip mide bulantımı bastırmaya çalıştım, resim çekemedim. Yolun sonunda her halde Çinli kadınları kıskançlıktan çatlatacak kadar kireç beyazıydım. Bir süre yüzümüze su çarpıp dinlendikten sonra milli parka girmek üzere biletlerimizi aldık. Bir süre de Çinli görevlilerin oğlumuzla resim çektirmelerini bekleyip, içeri girdik.


Şimdi düşünün. En az 40 dakika, neredeyse 90 derece eğimli yollardan geldik, ama yüzyıllar önce insanlar buraya tırmanmış, dağ gölünün etrafında bir yaşam, bir kent kurmuş, tapınaklar inşa etmiş ve mağaralarda keşişleri inzivalara çekilmiş. Biz tüm gün sadece yarısına yakın bir bölgesini, onu da arabayla gezdik. Hala hayranlığım sürüyor. Size lafı uzatmadan görüntüler vermek istiyorum.


Parkın çeşitli yerlerine yayılmış çeşitli mekanlar vardı. Bunlardan bazılarına gidemedik çünkü tam anlamıyla korktuk.


Bazı uçurumların kenarlarında resim çektirenler vardı, hala nasıl düşmediklerine şaşıyorum; parkın görevlileri de önlem olarak, sadece kayanın üzerine sarı bir boya ile sınır çizmişlerdi o kadar. Kimi basamakların kenarlarında öylesi uçurumlar vardı ki, devam edersek birimizden birini kaybederiz korkusuyla, daha emin olabilecek yerleri keşfetmek üzere geri döndük.




Ziyaret edebildiğimiz bazı yerlerden fotoğraflar var aşağıda. Bunlardan "ölümsüzün mağarası" olan inanılmaz güzel ve gizemli bir yer. Yolun kenarından aşağı doğru yüzlerce basamak indikten sonra gizli kalmış bir güzellik çıkıyor insanın karşısına.


Geçmişte nasıl olup da uçurumun bir kenarındaki bir mağarada inzivaya çekilmişler, ve sonradan orayı tapınak haline getirmişler inanılır gibi değil. Bu resimde üç kişi görüyorsunuz, ellerindeki tütsüleri yakıp bir alttaki tütsülüğe yerleştirecekler sonradan.


Bunu her türlü dilek ve istekleri için yapıyorlar. Bir önceki yazımda biz de tütsü dikmiştik hatırlarsanız; eğer bu denli kocamanını alıp da yaksaymışız, ömür boyu bir daha yakmamıza gerek olmayacakmış. Şimdi her gidişimde tek tek al, dik. Olacak şey değil :)


Bu resimler de mağaranın yanındaki tapınaktan. İnsanlar diz çöküp dua ediyorlardı putlarına.



Şimdi asıl meseleye geliyorum. Bugüne kadar ingilizce menüsü olmayan neredeyse hiç bir Çin lokantasında yemek yememiştik. Taa ki gezimizin sonuna doğru zil zurna acıkana kadar. Orada bulunan herhangi bir yerde yemek yemekten başka şansımız yoktu. Şoförümüze orada yemek yenilebilecek en iyi yere bizi götürmesini söyledik. Fakat kapıdan girerken bile ne kadar yanlış yaptığımız belli olmuştu.


Gittiğimiz restoran iki kattan oluşan, masaların kimileri buruşuk bir naylon kaplı, kimileri pis bezlerle silindiği belli, bolca buğulu camlı, mutfağının girişi hayli kirli bir mekandı. Ama başka seçme şansımız da yoktu, çünkü en iyisi orasıydıysa diğerleri nasıldı kimbilir. Neyse, önce üst katı denedik. Baktık çoluk çombak kalabalık, bir de üstüne üstlük sigara dumanına boğulmuş. Mecbur daha az temiz görünen alt kata geçtik, pis bir masaya, hemen kalkacakmış gibi ucundan ilişiverdik. Bir kadın önümüze birer bardak koyup, bir çaydanlık da su bıraktı. Ardından menüyü getirdi. İşin kötü yanı, menü tamamen Çin'ce yazı karakterlerinden oluşuyordu, işin kötüsü bu yazıları çevirmek lazımdı, daha da kötüsü şoförümüz tek kelime ingilizce bilmiyordu. Bu durumda iş başıma düştü.


Öncelikle şoförümüze bir sebze seçmesini söyledim, bir pilav ve içinde domuz eti bulunmayan herhangi birşeyler de. Kendi dilimin elverdiğince de neleri yiyebileceğimizi anlattım. Yalnız işin kayınvalidem için kötü yanı, lokantada çatal olmamasıydı. Biz çubukla yemeyi ustalık haline getirdik bunca zamandır ama kendisi malesef bu işte çok yeni olduğundan, elinden geldiğince kaşıkla yemekle zorundaydı.



Daha sonra masaya şu aşağıda gördüğünüz has be has Çin yemekleri geldi birer birer. Bunlardan biri koca bir çanak dolusu yağsız-tuzsuz pirinç pilavı(ki ekmek niyetine yeniyor), biri hiç bilmediğim bazı otlarla pişirilmiş yağlı bir yumurta, biri sadece una bulanıp kızartılmış balık kemiğiyle servis edilmiş sebzeli bir yemek, biri tavuklu-sebzeli bir yemek ama tavuk anatomisinin öylesi parçaları var mıydı ben hatırlamıyorum; biri de sadece yarı kavrulmuş bilinen bilinmeyen sebzelerden oluşmuş bir yemekti. Eşimin yemeklerle arasında sorun yoktur, kendisi tıka basa doydu ama zavallı kayınvalidem ve benim için aynını söyleyemeyeceğim. İki gün mide ağrısı çektim desem anlarsınız. Kayınvalideme gelince, zaten neredeyse hiç yemediği için ona bir şey olmadı.





Gezimizi orada kesmek zorunda kaldık, çünkü devamına sadece teleferiklerle gidilebiliyordu. Bir kez daha aynı korkuları yaşayamayacağım için, ve halihazırda midem zaten bulanıyor olduğu için şansımızı zorlamamaya karar verdik. Ve geri dönmek üzere yola çıktık. Her ne olursa olsun, ben hayatımda bu kadar yeşilin tonunu bir arada görmedim. Onun için her şeye değerdi...


Not: Teleferikleri fark edebildiniz mi? ;)

Pazartesi, Mayıs 12

Çin/Lushan - Sisli Dağlar...




Çin'de meydana gelen deprem sonrası beni merak edip nasıl olduğumuzu soran yorumlarınız için gerçekten minnettarım. Sadece ben değil, içten yorumlarınızı okuyan ailem de çok mutlu oldular endişe ve desteğiniz için. Hepinize derin teşekkürlerimi sunuyorum.

Yazmadan edemeyeceğim, bu aralar bloga devam etme hevesim çok aza inmiş durumda. Her defasında daha da öğretici, daha da işe yarar bir tarif ya da yöntem bulma çabasında galiba biraz kendime baskı uyguladım, bu da beni mutfaktan uzaklaştırdı. Bir de son zamanlarda yaptığım bir kaç deneme beni hayal kırıklığına uğratınca iyice elimi eteğimi çekmek istedim. Bu aralar pek paylaşımda bulunamazsam ne olur bana kırılmayın, en kısa zamanda kendimi toparlayacağım, söz ;)

Daha önce buradan sizlere küçük bir geziye çıkacağımı ve hayal ettiğim gerçek Çin'i tanıma turlarıma başlayacağımı duyurmuştum. Bunlardan ilkini geçtiğimiz hafta sonu gerçekleştirdik. Yaşadığımız yere 3,5 saat uzaklıkta, Lushan denilen bir bölgeye gittik. Yol boyu, gözümüzün alabildiği kadar yeşile doyduk. Pek çok göl, 1-2 gölün üzerinde de çan şapkalı balıkçılar vardı, aynı hayal ettiğim gibi. En güzeli ise adım başı rastladığımız basamak basamak yapılarıyla pirinç tarlalarıydı. Kendimi çocukluğumda izlediğim belgesellerde, filmlerde buluverdim birdenbire. Bu güzelim tabloları çekmeye çalıştım ama malesef sadece çizgi olarak çıktılar. Makinemin ayarlarını çabucak öğrenmem lazım :)

Lushan kenti kaplıcalarıyla ünlü bir kent. Zaten şehre girerken adım başı gördüğümüz (etekli) mayocular da bu sulaklığın habercileri gibiydi. (Mayo durumundan bahsedeceğim ayrıntılarıyla daha sonra) Dağların eteklerinde yanyana kurulmuş kaplıca otelleri şimdilik pek keşfedilmemiş olsa da, yakın zamanda turist akınına uğrayacak gibi görünüyor.



Yolculuk sona erdikten sonra odalarımıza yerleşip öğle yemeği yedik ve dağdaki tapınakları ve şelaleleri gezmek üzere yola koyulduk. Yolculuğumuzun ilk durağı Lushan şelalesiydi. Buraya adını veren şelaleyi ilk resimde, sağ tarafta görebilirsiniz. Bu şelaleye ulaşmak için tek yol, ucu bucağı görünmeyen teleferik hattıydı, biz de biletlerimizi almak üzere görevlilere yöneldik.


Biletlerimizde güvenlik nedeniyle sigortalandığımız yazıyordu, bu da beni endişelendirmedi desem yalan olur. Oğlumu teleferiğe almadılar, bu nedenle kayınvalidemle ikisini aşağıda bıraktık. Zaten ben de onu götürmeye taraftar olamazdım. Yukarıya çıkana kadar ne kadar korktuğumu, ne dualar sıraladığımı anlatamam. Bazı yerlerden geçerken gözümü kapattım bazılarından geçerken ise ağladım :) Yine de bakabildiğim zamanlarda etrafı inceledim ve muhteşem pirinç tarlalarını yukarıdan izleme şansı buldum. Bence Allah, Çinliler'e inanılmaz bir doğa ve bitmek tükenmek bilmeyen kaynaklar bahşetmiş. Arkamızda dev gibi Yangtze nehri, karşımızda şelaleleriyle, başları sislerin içinde kaybolmuş yeşil giymiş dağlar, her iki yanımızda alabildiğine pirinç tarlaları, ağaçlar, yeşillikler vardı...


Teleferik yolculuğumuzun ilk yarısına gelince hareket halindeki araçtan indik ve bir "Buda" heykelini ziyaret ettik.



Nasıl olup da binlerce metre yukarıya heykeller dikip, en kıyı köşede kalmış mağaralara inziva yerleri yaptıklarına hala şaşıyorum. Teleferikle yukarı çıkarken, yeşilliklerin arasında çok eski görünüşlü basamaklar gözüme çarpmıştı. Demek ki insanlar, saatler boyu belki de günlerce süren yorucu bir yolculukla varıyorlardı yerlerine.

Kısa moladan sonra tekrar hareket halindeki teleferiğe atladık ve dağın tepesine doğru devam ettik. Bir süre sonra zirveye vardık ve ilk noktamız olan bir tapınma yerine geldik.


İçeride bir Çin keşişi, elimize tütsüler vererek Buda için yakmamızı söyledi. (Buda'nın önündeki elma dolu tabağa dikkat lütfen) Tütsüleri oradaki yanan mumlardan yakıp, yine tütsülerden oluşmuş bir demetin içerisine sapladık. Tabii onca soğukta bekleyen keşiş amcaya bağışta bulunmayı da unutmadık ;)


Daha sonra sislerin içinden yukarı doğru daracık basamaklardan tırmandık ve ikinci bir tapınağa rastladık. Biz her ne kadar girmeye istekli olmasak da görevli biri tarafından bunu yapmanın bir gelenek olduğu konusuda uyarıldık, böylece ikinci tütsü yakma eylemini de gerçekleştirmiş olduk. Tabii bu sayede de Çin hacısı olduk :)





Tüm bunları çok rahat yapmışız gibi anlatsam da inanılmaz tehlikeli uçurumların yanından geçtik, bol kaygan kayalardan basamaklar kullandık ve sinsi sisin yağdırdığı buz gibi yağmurun altında yol aldık. Yolculuğumuzun son durağı şelalenin başı oldu. Bu fotoğrafı çektirirkenki hissettiğim, ne içimde kopan korku fırtınalarından bahsedeceğim ne de yükseklik fobimden :)





Tekrar yarım saati aşkın bir bol dualı iniş sonrası, yeri öptükten sonra otelimize geri döndük. Bu noktada biraz yemekler ve yaşantıya değineyim istiyorum. Gittiğimiz otel yabancı menşeili olduğu için az da olsa Batı tarzı yemekler bulmamız mümkün oldu. Ama yine de bol domuz eti çeşidi kullandıkları için daha makarna vs. yönelik yemekler yedik. Çin'de kullanılan pek çok baharat ve sebzeye henüz alışamadım. Bir de "suşi"ye. Hala çiğ balık ve tuzsuz lapa pirinçli yosun sarmasında ne buluyorlar anlamıyorum. Bilen varsa anlatsın da bir dahakine anlamayı deneyeyim lütfen ;) Ama görüntülerine gelince böyle bir albeniyi başka hiç bir yemekte görmedim. Adeta birer minik tablo gibilerdi. Tüm bunlara rağmen denemelerimden de biliyorsunuz ki tatlılarına diyecek tek sözüm yok. Kaldığım süre boyunca kendimi tatlı ile doyurdum diyebilirim. Fakat tatlılarla da arama sınır koymadım diyeyem, özellikle "salatalık mousse" gördükten sonra :) Bir de hala ne olduğunu anlamadığım, koyu kahverengi minik jöle küpleri vardı. Kelime-i şehadet getirip tattığımda da yine ne olduklarını anlayamadım. Umarım içimde büyüyüp yaratığa dönüşmezler.






Tabii Çin'de her yerde olduğu gibi burada da çok hoş sunum ve süslemelere rastladım. Onların da fotoğraflarını paylaşmadan edemeyeceğim. Fotoların üzerine tıklayıp büyük hallerine bakabilirseniz belki sizlere de süsleme fikirleri verebilirler. Özellikle sağ üst köşedeki makaron süslemeli tatlıya dikkat lütfen. Eğilip incelediğimde muhteşem fırfırlanmış etekli makaronlar buldum karşımda :)



Yazım gittikçe uzuyor, farkındayım, galiba iki ayrı bölüme ayırmadan bu geziyi tamamlamayı başaramayacağım. Aslında yaşadıklarımı en başından beri bir gezi-biyografi gibi anlatacağım yeni bir blog açmayı da düşünmüyor değilim. Fakat tüm çıplaklığıyla yaşadıklarımı yazarsam bir Çinli veya Çin dostunu kırar mıyım bilemiyorum. Çünkü buradaki sıkıntımı ya da yaşadığım zorlukları, komikliğe veya eğlenceye dökerek deşarj oluyorum. Bakalım, buna önümüzdeki günlerde karar vereceğim.

Yazımın devamında kaplıca maceramdan ve ertesi gün gittiğimiz doğa harikası ulusal bir parktan ve yolculuk boyu çektiklerimizden bahsedeceğim. Şimdilik hoşçakalın ;)

Teşekkürler...

Merhaba,
Bloguma uğrayıp nasıl olduğumu soran içten sözleriniz için teşekkür ederim. Çok şükür biz iyiyiz ama bugün Çin'de olan depremi hissettik malesef. Aldığımız haberlere göre de can kaybı sayısı artıyormuş. Bizim yaşadığımız eyalete 800 km. civarı bir uzaklıkta olmasına rağmen burada da 1,5- 2 dakika sürmüş sallantı. Ben her ne kadar evdeki koşturmacam sırasında hissetmesemde, işyerinden arayıp, herkesin panikle sokaklara döküldüğünü söyleyen eşim sayesinde kafamı kaldırıp sallanan avizelerimi görebildim. Allah bundan daha fazlasını da yaşatmasın inşallah kimselere...
Kısa bir süre sonra sizleri blogumun olağan çizgisinden biraz ayrı tutup, haftasonu yaptığım küçük bir Çin gezisiyle karşılayacağım.
Sevgilerimle,
Esra

Pazartesi, Mayıs 5

İlk Sipariş Pastam, Çikolatadan Çiçekler...



Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş bilirsiniz. Tam bloguma ne koyacağım derdine düşmüşken, Çin'deki ilk siparişimi, peri değneğini şöyle bir "pıtlatmış"çasına alıverdim. Buraya gelmeden önceki hayalimdi biliyorsunuz, hatta küçük bir çıtlatma amaçlı da pembecik bir pasta yapmıştım buradaki yeni edindiğim dostlarıma. İşte onlardan o gün bana gelmeyip pastamı da görmemiş olan birisi, geçtiğimiz hafta es kaza(!) telefonuma resimlerini yüklediğim pastacıklarımı görüverdi. Aldığım tepki çok hoştu, tam bu iltifatlar bile yeter derken üstüne üstlük, "bana şöyle misafirlerimin vaaoovv! diyeceği bir pasta yapar mısın?" deyiverdi.

Aslında yaşadığımız site içinde Fransız "Bonjour" pastanelerinin bir tanesi bulunmakta. Tabii Çinli aşçılarla. Ama bu arkadaşım, bu pastaneden hep aynı tip pastaları almaktan ve yemekten usandığını, evine çok sık hatırlı dostlarının geldiğini, bu sefer onları değişik bir pasta ile şaşırtmak istediğini söyledi. Daha o an elim ayağıma karıştı, nasıl bir pastaya "vaaoov" dedirtebilirdim ki? Bana kesin haberi pazartesi bildireceğini söyleyince aslında içim rahatlamadı da diyemem. Belki dedim, vazgeçer de panik yaşamaktan kurtulurum. Fakat işler umduğum gibi gelişmedi, bu sabah erkenden aldığım bir mesajla pastayı yapmaya koyuldum. Aklımda binbir çeşit pasta belirdi ama dedim ya, sipariş olunca acemi şeflikten yamaklığa geçiş yapıverdim. Varsın dedim "vaaoov!!" dedirtmesin, sade olsun, sevgili "müşteri"min gönlünü sadelikten kazansın. Biliyorum pastanın üstüne kuş kondurmaya çalışsaydım kesin elime yüzüme bulaşırdı :D

Kızkardeşimin doğum günü pastasında elde ettiğim lezzetten o kadar memnun kaldım ki bu pastada da aynı pandispanyayı ve krema olarak da yine çikolatalı ganajı kullandım. Görüntü dedirtmese de bileyim ki tadı dedirtecek. Ara katına da bolca damla çikolata serptim. Bu pandispanya benim bundan sonraki temel pandispanyam olacak. Hem yağsız oluşu hem de yumuşak ötesi keki beni yeterince tatmin etti. Pastamın malzeme ölçüleri gramla ve ben hala çeviremedim, özellikle bugünkü telaşımla hiç vaktim olmadı ama en kısa zamanda ölçüp aynı yazı üzerinde gerekli bardak ölçülerini yazacağım.

20-22 cm'lik kalıp için (her ikisi de olur) Malzemeler:
20 gr. su-Çeyrek çay bardağı
4 yumurta sarısı
50 gr. un-1 tam dolu çay bardağı
10 gr. kakao-1 çorba kaşığı
15 gr. mısır nişastası-Yarım çay bardağından 1 parmak az
4 yumurta akı
100 gr. toz şeker- 1 tepeleme çay bardağı(şekeri aldığı kadar tepecik yapın)
Bir tutam tuz
2 tatlı kaşığı kabartma tozu
1 paket şekerli vanilin
Yumurta sarıları bir kaba konulup mikserle iyice çırpılır. Önce su, ardından azar azar birlikte eleyerek un, kakao ve nişasta eklenir, mikser ile pütür kalmayana dek çırpılır. Bir başka kabın içinde tuz ve yumurta akları 3-4 dakika çırpılır, ardından toz şeker, vanilya ve kabartma tozu birlikte, karışım katı kar haline gelene dek çırpılır. Yumurta sarılarının olduğu kabın içine az bir miktar diğer karışımdan eklenip iki karışım birbirine yedirilir. Ardından geri kalan yumurta akları da eklenip tüm karışım sönmemesine gayret edilerek birbirine yedirilir. Yağlanmış kalıba dökülür, 190 dereceye ısıtılmış fırında pişirilir.

Ganaj için ise yine 200 gr. bitter çikolata ve 200 gr. sıvı kremayı beraber ısıttım, çikolatalar eriyince ocaktan alıp dolapta soğuttum. 5 dakika çırptıktan sonra tekrar dolaba kaldırıp koyulaşmasını bekledim. 3 dolu çorba kaşığını süslemek için ayırıp gerisini, iki kata ayırdığım ve süt ile ıslattığım kekin arasını ve üstünü kaplamakta kullandım. Pastamın kenarlarını tırtıklı spatula ile şekillendirdim, üzerini bolca kakao eleyerek kapladım. Önceden ayırdığım kremayı sıkma poşetine doldurup kekin dip kısmını yanyana sıkarak yaptığım çiçeklerle süsledim.




Üzerindeki çiçekleri yapmak için önceden gördüğüm bir tekniği kullandım. Yağlı kağıda gelişi güzel çiçekler çizdim, kağıdı ters çevirip tezgaha bantladım. Ayrı ayrı beyaz ve bitter çikolata erittim. Yağlı kağıttan sıkma poşeti hazırlayıp uçlarını minicik kestim. Çiçeklerin yarısına beyaz yarısına siyah çikolatadan tohumcuklar yaptım, herbir çiçeğe, tersi renkte çikolata sıkıp yapraklarını yaptım. Buzdolabında en az 2 saat donmaya bıraktım. Son olarak pastamı hazırladığım çiçek çikolatalar ile süsledim.
Not: Pastamı bu akşam teslim ettim, kendisi beğendiğini ifade etti ama ben asıl misafirlerinin beğenip beğenmeyeceklerini heyecanla bekliyorum.